15 Şubat 2012 Çarşamba

TUTUNAMAYANLAR


 
Biz azınlık değiliz, o kadar çoğuz ve o kadar uyamıyoruz ki oyunun kurallarına, lütfen bizim gibileri bir şehirde toplayın. Belki o zaman, karşılaştığımız herkes bizimle aynı karakter defolarına sahip olduğu için mutlu bir yaşam sürebiliriz ve kurtulabiliriz yuvarlanmaktan.. Mevcut dünya düzeni bize ters..Mücadele etmek zorunda bırakıldığımız insanlarla (ki bizce böyle bir şeye gerek yok) aynı silahlara sahip değiliz.. Bizde tırnak makası var, mücadele etmek zorunda bırakıldığımız insanlarda atom bombası..

Biz kimiz?

  • Biz elini beline koyup, haksız olduğunda sesini yükseltip, çirkef cümlelerle kavga etmeyi bilmeyenleriz.
  • Biz politik olmayı bilemeyen, bir cetvel gibi dümdüz, nabza göre şerbet verme yetileri gelişmemiş, doğrucu Davutlarız.
  • Biz tükürdüğümüz surata tekrar bakmayanlarız.
  • Biz kafamızı çalıştırıp güçlünün yanında olmak yerine, hep güçsüzün, ezilenin yanında olmayı kendine felsefe edinmiş aptallarız.
  • Kendimizi herhangi bir insanın bizi eleştirmesinin 100 katı daha sert eleştirebilenleriz.
  • Benliğimizi unutmamış, özsaygımızdan daha değerli hiçbir şeyi olmayanlarız.
  • Bizler işini mükemmel yapmayı her şeyin üzerinde tutan, yaptığı iş zaten yapması gereken iş olduğu için bunu pazarlamak gibi bir gereklilik duymayan, kıç yalamayı, zorda kalınca kendimizi acındırmayı ya da dilencimsi davranışlar sergilemeyi bilmeyen, sevilmek, göze girmek için çaba sarf etmeyen, bunları yaparsak kendi özümüze ihanet edeceğimize inanan işçi arılarız.
  • Yüz ifademizle ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi apaçık ele verenleriz.
  • Başkalarının başına gelenleri, sanki biz yaşamışız gibi güçlü hisseden empatlarız.
  • Hazır cevaplık, kıvırma, durumu idare etme  yetenekleri olmayan, çevremizdeki saldırılara hep hazırlıksız yakalanıp, yaşadığımız şokun da etkisiyle sus pus olup, ya da yeterince güçlü olmayan cümleler kurup haklıyken haksız olanlarız.
  • Kafamızda kırk tilkiyi birbirine çarpmadan dolaştıramayanlarız.
  • Sürekli değişen iç dünyamıza ayak uyduramayan, hayatımızın bir anlamı olması gerektiğine inanan, bunu sorgulamaktan ve bulamamaktan yorulmuş insanlarız.
  • Bizler dolu otobüslere insanları iterek binemeyen, hep bir sonraki otobüsü bekleyenleriz.
  • Hayat karşısında beceriksiz, hayat acemileriyiz.
  • Hayattan çıkarı olmayanlarız.
  • Biz kaybedenleriz..



Bu nedenlerle ve bir o kadar daha başka nedenle Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı kitabının en sevdiğim kitap, kutsal kitabım olması, kişisel miladım olması kesinlikle tesadüf değil…Bu kitabı da ancak tutunamayanlar okuyup, hissedebilir. Diğerleri okuyamazlar, okusalar da anlamazlar, hissedemezler, sevmezler, kaldıramazlar..Herkes için değildir..Hissetmek için içinde, yuvarlandığı bir uçurumu olmalı insanın.




1 Şubat 2012 Çarşamba

ZAMANIN VARKEN PARAN YOKTUR, PARAN VARKEN DE ZAMANIN…


İkisine sahip olunca da ya sağlığın kalmaz ya da enerjin/hevesin..


What the fuck is wrong with the universe? Diyesi geliyor insanın..


Hayatlarımızın en büyük paradokslarından biri galiba bu durum.



Üniversitedeyken bir ton boş vaktimiz vardı, bu süreçte çeşitli konularda kurslara gidebilir, 2 dil daha öğrenebilir,  dünyanın büyük bir kısmını gezebilirdik.Ama bunlar lükstü ve lüksler için para yoktu..Onun yerine çimenlerde yayıldık.

Sonra işe ve para kazanmaya başladık, koştur koştur bir hayatımız oldu.. Bu sefer de şanslıysak, paramız vardı ama para karşılığı tüm haftamızı hatta yerine göre hafta sonumuzu satmış olduğumuz için vakit yoktu..  Yıllık izin yılda 2 haftayken, bu 2 haftayı da birleştirmene izin verilmezken, gidip Güney Amerika’yı nasıl gezer insan? Gezmeyi geçtim,diyelim ki bir konuda uzmanlaşmak istiyorsunuz iş dışında. Bir insanın bir konuda uzman sayılabilmesi için o konuda 10.000 saat çalışmış olması gerekiyormuş. (Malcolm Gladwell öyle diyor, ben değil.) İşe gelince esnek, sana bana gelince katılaşan mesai saatlerine uyumlu çalışan ararken, hafta sonunu almak için laptop, 24 saatini almak için blackberry verirken tüm şirketler, hadi bakalım, bul o 10.000 saati de iş dışında istediğin bir konuda uzman ol..

Yok mu bunun ortası?

Herhalde yok ki zaman yönetimi ve kaliteli zaman geçirmek kavramları geliştirildi.

Zaman yönetimi ne der? Hayır demeyi öğren, yapılacak işler listesi çıkar, önceliklerini düzenle, işlerini ‘önemli ve acil’, ‘önemli fakat acil değil’, ‘acil fakat önemli değil’, ‘ne önemli, ne acil’ şeklinde ayrıştır,  iş bölücü, dikkat dağıtıcı unsurları yok et.

Tamam, her ne kadar hepimizi otomatikleştirip, prototip insanlar yaratma öğretisi olarak görüp,  pek haz etmesem de bundan, gayet uygulayabiliyorum ve uygulayabilen insanlar tanıyorum etrafımda. Ama sorun şu ki, üç kişilik işi bir kişiye yüklüyorsa sistem, bu durumda taym is nat menicıbıl, yani mişşın impasıbıl..

Gel gelelim ortalıkta ‘taym menıcmınt’ ‘taym menıcmınt’ diye papağan gibi dolanan insanlar da, tanrının tuhaf mizah anlayışından kaynaklı olsa gerek, genelde en az iş yüküne sahip insanlardır. İşte onlardan birini yakalayıp, gel otur şuraya bir gün, sadece bir gün, sen menıc if yu ken de ben bir seyredeyim demek istiyorum.



Kaliteli zaman geçirmek konusuna gelince hem fikir olduğum yerleri yok değil. Bomboş, abuk subuk şeylerle geçen uzun zaman dilimlerindense, dolu dolu geçen nitelikli zamanları kim tercih etmez? Ama ne bileyim ‘con con’ tarafları var terimin, ‘kaliteli zaman geçirmek’ deyince sanki pinot noir şarap içip, entel arkadaşlarla Fransız avant-garde sinemasından bahsetmek gerekiyormuş gibi sahneler geliyor gözümün önüne. Ne bileyim bir anneye çocuğunun iyi yetişmesini istiyorsan yeşil kakasını görmek, salyasını silmek zorunda değilsin, bırak bakıcı halletsin, sen akşam gidersin 2 saat konsantre bir sevgi verirsin, sıkı bir iletişim kurarsın, inter aktif bir şeyler yaparsınız olur biter demek gibi bir şey. Sanki vicdan rahatlatma çabası kokusu alıyorum. Bir de stresli, panik bir durum..Eyvah eyvah bugün kaliteli zaman geçirmek adına ne yapsam acaba? 1 saatim var..Charlie Chaplin filmi izlersem, aynı anda 74 dakika süren Beethoven’ın 9. senfonisini de dinleyebilirim, o sırada zencefilli, tarçınlı, ballı çayımı yudumlarken, mekik çekebilirim falan gibi.. Bilmiyorum belki de beni tek rahatsız eden buna ‘kaliteli’ sıfatının eklenmesi..Neye göre, kime göre kalite? Belki verimli zaman geçirmek denseydi, bu kadar rahatsız etmezdi beni..Bilemiyorum..Ya da hayatlarımızda ne istediğimizin önemli olmadığı, bir ‘-malı’ ‘-meli’ zorunlulukları durumu yarattığı için rahatsızım. Ben eve gidip, pijamamı giyip, ayaklarımı uzatıp hiçbir şey yapmadan pineklemek istiyorum belki bir dönem, belki arkadaşlarımla dişe dokunur hiçbir içeriği olmayan abuk sabuk sohbetler yapmak istiyorum. Her neyse..


Birkaç güzide meslek/sektör dışında, sistem genelde sabah 8:30, akşam 6:30 şeklinde çalışıyor (kısaca 8-6 ya tabi diyeceğim) ve part time gibi bir seçenek sunmuyor. 8-6 ya tabi sektörlerde çalışanlar için işverenler part time seçenek sunsa olmaz mı? Örneğin çocuğu olan bir birey, öğleye kadar çalışmak istiyor, buna göre yarı maaşını alarak, iş hayatından kopmadan ve hayattan da kopmadan var olamaz mı? Nüfus sıkıntımız yok, çalışan bulma sıkıntımız da yok, istenirse işteki sistem de buna uyumlu hale getirilemez mi?


Her hangi bir konuyu aydınlatmayan, size soru işaretlerinden başka bir şey vermeyen, bir delinin bir kuyuya taş attığı yeni bir yazıda tekrar buluşmak üzere. Ben kendi kendime saçmalıyorum işte.Kötümserim bu aralar, kar da çok yağdı. Siz boş verin, patlama noktasına gelene kadar zamanınızı yönetin. Zamanı, zaman kavramını insanoğlu olarak biz yaratmadık mı, ne ara kontrolü ele aldı zaman? falan diye de boşa düşünmeyin..Ayvayı yiyin, bağını sormayın..

Ne kadar az zamanınız olursa olsun, yeter ki kaliteli zamanınız olsun J










Mükemmel Makarna Yapmanın İncelikleri

    
·         Derin, geniş ve ısının eşit dağılacağı bir çelik tencere seçin.
·     Yapışmadan, güzelce pişmesi için her 100 gr makarna için 1 litre su gerekiyormuş. Bir paket makarna genelde 500 gr, yuh artık 5 litre su mu kaynatacağız? Neyse elinizden geleni yapın işte.

·         Tencereye suyu koydunuz, önce su kaynasın, su kaynadıktan sonra ocağın altını kısın ve tuzu ekleyin. Tuzu su kaynamadan eklemeyin, yoksa suyun kaynamasını geciktirirsiniz! Tuzu koyup, karıştırın, izin verin, tuz suda bir erisin.

·         Her 100 gr makarna için, suyun içine 10 gr (yarım yemek kaşığı yani) tuz atmak gerekiyor.



Alternatif 1: Tuz size yasaksa, limon kullanın.

Alternatif 2: Bazen tuz atmak yerine, su kaynadıktan sonra, tavuk ya da et bulyon atmak güzel tad verebiliyor.

Alternatif 3: Haşlama suyuna, su kaynadıktan sonra, tuzla birlikte 1 soğan ve 1 havuç doğrayarak daha lezzetli hale getirebilirsiniz.

Alternatif 4: Bazıları makarnanın suyuna, su kaynadıktan sonra, makarna ilave edilmeden önce 1 yemek kaşığı zeytin yağı ilave ediyor yapışmaması için ama tencerede bol su varsa ve ara ara karıştıyorsanız, bekletmeden de servis yapacaksanız, bence hiç gerek yok çünkü yağlı yüzeyli makarna sosla iyi birleşmiyor, sos üstünden akıp tabağın tabanında toplanıyor. Ama makarnayı bekletecekseniz, zeytinyağı kullanmakta fayda var.

Alternatif 5: Haşlama suyuna yarım çay bardağı süt koyarak daha lezzetli bir hale getirebilirsiniz.

·         Sonra makarnayı ilave edin ve tekrar ocağın altını açın.

·         Ara ara yapışmaması için karıştırın. Karıştırırken tahta kaşık ya da tahta çatal kullanın.

·         Makarna haşlanırken tencerenin kapağı kapatılmaz! Kapatılırsa, taşar..



·         Her makarnanın pişme süresi farklıdır, paket üstünde yazan pişirme süresi ‘al dente’ yani dişe gelecek diri kıvama göre belirlenir. Kullanacağınız sos sıcaksa ve tavsiyelere uyup makarnayı soğuk suda yıkamayacaksanız, o sıcaklıkta pişme devam edeceği için, pişme süresini 1 dakika azaltabilirsiniz.

·         Peki süre tutmaya ne zaman başlayacaksınız? Kaynayan suya makarnayı attınız, su duruldu, fokurdamaz oldu..Bekleyin, tekrar baloncuklar çıkmaya başladığı andan sonra dakika tutun.

·         Süre dolunca tencereye 1 bardak soğuk su ilave edip ince delikli bir süzgeçte süzün.

DİKKAT! Makarna musluğun altında, soğuk suyla yıkanmamalıdır! Tüm besin değerleri lavabodan akar gider maazallah..Süzüldükten sonra da bir an önce sosla buluşmalıdır, bekletilmemelidir. Bu nedenle önce sosu pişirin, sos hazır olduktan sonra makarnayı haşlarsınız.

·         Sosu makarnaya ilave ederken işin püf noktasını : Sosun önce yarısını makarnaya ekleyip karıştırın. Makarnayı servis tabaklarına paylaştırdıktan sonra kalan sosu her tabağa ilave edin.

·         Sos ile makarnayı karıştırıp, tekrar pişirmeyin, makarna kendinden geçer, lapa gibi olur.

·         Makarnayı fazla yaptınız, buzdolabında saklayacaksınız. Sos ile birleştirmeden saklamanızda fayda var.



28 Ocak 2012 Cumartesi

KORKULUK MU CESARET Mİ?


Frank Herbert’in Dune serisinden, Bene Gesserit rahibeleri korku duası;

‘I must not fear.Fear is the mind-killer.Fear is the little-death that brings total obliteration.
I will face my fear.I will permit it to pass over me and through me.And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path.Where the fear has gone there will be nothing.
Only I will remain. ‘

Türkçesi;

‘Korkmamalıyım. Korku, akıl katilidir. Korku toptan yok oluşu getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Korkumun üzerimden ve içimden geçip gitmesine izin vereceğim ve geçip gittiği an, geçtiği yolu görmek için iç gözümü ona çevireceğim. Korkunun gittiği yerde hiçbir şey olmayacak, yalnızca ben kalacağım.

Yıllar geçiyor ve kendini başarısız hissediyorsun, geriye git, çok geriye git, ilk korkularını hatırla..Korku dediysem içgüdüyle gelen , psikolojik olarak varlığı korumak/sürdürmek için olan korkular değil, yılandan, ateşten, depremden bahsetmiyorum. Dayatmayla öğretilen, sosyal korkular, reddedilme korkusu, dışlanma korkusu, gelecek korkusu, bir otoriteye karşı korku asıl mesele.

Belki hatırlayabildiğin bu tür ilk korku mahallenin eli sopalı, sapanlı, taş atan, kafa göz yarmaktan çekinmeyen çocuğuydu.. Mahalledeki o yaramaz çocuğun seni dövmesinden korkuyordun, korktuğun için sana kabadayılık yapmasına izin veriyordun. Keşke korkmasaydın. Dayak yeme riskini göze alıp, alsaydın karşına o çocuğu o gün, belki şu an bambaşka bir hayatın olabilirdi..

Peki sonra kimlerden/nelerden korktun?

Okul müdüründen mi? Patronundan mı? Departman yöneticinden mi? Lafla, kelime oyunlarıyla, çirkeflikle seni haksız duruma düşürenlerden mi? Geleceğinden mi? Aslında sevmediğin işini kaybetmekten mi? Ancak ilkel ihtiyaçlarını karşılayan maaşını kaybetmekten mi?

Korktun..Korktuğun için sustun..Sustuğun için kendini savunamadın, düşündüklerini açık açık söyleyemedin ve haklıyken haksız oldun, başarılıyken, başarısız oldun. Korktun ve sonunda kendine güvenmeyen, sinik, aslında kendinin bile dikkatli baktığında ‘ezik bulacağın’ bir karakter oldun.

Oysa korkmamak gerek, korktukça yaşamıyorsun çünkü, korktukça, sustukça, içine attıkça, kendi kendine BAŞARISIZLIĞI KADERİN HALİNE GETİRİYORSUN ÇÜNKÜ..

Savaşmak gerek, savaşmadıkça hiç bir şey mümkün değil.. Kaybedecek neyin var? Zaten korktuğun için bir şeyin olamamış bugüne kadar.

Bir zen hikayesi şöyle anlatır:
"Gece yürüyen bir adamın ayağı kayar ve adam taşlı bir yoldan düşer. metrelerce aşağı düşmekten korkar, çünkü yolun kenarının çok derin bir vadiye uzandığını biliyordur. O da kenarda sarkan bir dala tutunur. gecenin karanlığında, altında görebildiği tek şey, dipsiz bir uçurumdur. Bağırır ve tek duyduğu kendi sesinin yankısı olur. Onu duyacak kimse yoktur etrafta.
Bu adamı ve bütün gece yaşadığı işkenceyi hayal edebilirsin. Ölüm sürekli altında bekler, elleri üşür, hakimiyetini kaybeder... Ama tutunmayı başarır ve güneş çıktığında, aşağı bakar... ve güler! Uçurum falan yoktur. Sadece on beş santim kadar aşağıda kayalık bir düzlük vardır. tüm gece dinlenebilir, rahatça uyuyabilirdi - düzlük yeterince genişti - ama bunun yerine bütün gecesini kabus gibi geçirdi.

Kendi tecrübelerimden yola çıkarak sana şunu söyleyeyim:
Korku, on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını bir kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas, sana kalmış. Korkulacak hiçbir şey yok." (Osho - Korku)


Korktuğumuz için var olamıyoruz.. Korktuğumuz için risk alamıyoruz, korktuğumuz için sevmediğimiz işlerde çalışıp, hayal ettiğimizden uzak hayatlar yaşıyoruz, korktuğumuz için sevmediğimiz onca şeye katlanıyoruz.

Korku bir yaşam engelidir!

Tamam korkusuz olmak kolay değil..O halde yine kork ama bu sefer CESARET et.. Cesaret korkusuzluk demek değildir. Cesaret korktuğun halde, hatta bazen korkundan titrediğin halde o şeyi yapmaktır. Korkmadığımız bir şey yapmak, zaten cesaret gerektirmez.

Unutmamak gerek! Korkunun kendisi, korkulan şeyin başa gelmesinden daha kötüdür.


2012 İÇİN İYİ DİLEKLER

      Beklemiyordun, ani oldu biliyorum ama bu bir ayrılık konuşması 2011. Affederim ama unutmam, seninle birlikte 20 li yaşlarım son buldu. Çirkin bir yıldın kabul et.. Bir kere hızlı ve saçma sapan geçtin. Tatillerin azdı. Bir çok tatil hafta sonuna denk geldi. Dünyaya da bana da bir huzur vermedin. Hemen özetliyorum seninle olan ilişkimizi ve neden ayrılmak istediğimi;                                      
      Seninle olduğumuz süreçte AKP seçimi kazandı, ‘Hayaldi gerçek oldu’ sloganından nefret ettim seninle, şifreyi bilen öğrenciler YGS yi kazandı, açıklayamamalar karşısında Abdullah Gül ‘tatmin olduğu’ için biz de halk olarak ‘tatmin olduk’,oturup püskevit yedik, üstüne soğuk bir su içtik. Asya ve Ortadoğu ülkelerindeki siyasi krizler, Avrupa ülkelerindeki ekonomik krizler, ülkemdeki çeşit çeşit kerizler gündeme damgalarını vurdu seninle. Bir bozkırı yesertip ODTU yü sevdiğimiz ODTU yapan kurucu rektörümüz Kemal Kurdasi kaybettik. Japonya’da tsunami, deprem oldu, medeniyet muhteşem hemen toparlandılar, Van’da da deprem oldu, hayatın normale dönmesini hala umudediyoruz.
     Yargı sistemimiz muhteşem çalıştı yine seninle, 13 yasindaki çocukta 28 yetiskinle iliskiye girme konusunda riza aradılar, tecavüze uğrayanların tecavüzcüleriyle evlenmelerini önerdiler. Geçen yıla nazaran performans kaybı yoktu, yine insan olduğumuza utandırdılar bizi. Oysa senden neler ummuştum 2011..Yazıklar olsun!
      Dur, daha bitmedi. Beyaz atlı prensini bekleyen milyonlarca genç kızı hüsrana uğrattın 2011, William Kate ile, Albert Charlene ile evlendi, geriye benim bildiğim bir Harry kaldı, onu da ben almam, alana kesinlikle mani olmam.Tuhaf şeyler yaşadık seninle 2011. Cemaatler, politikacılar, sanatçılar arası caiz bir tabirse bir Afrika yardım yarışması yapıldı, Acun yarışmayı organize etmek istedi ama izin verilmedi, Ajda Pekkan zaten kavrulmakta olan Afrikayı ‘yakıp git’meseydi iyiydi ama neyse. Günler, günleri, aylar ayları, Nihat Daçmin’i, Kuzey Güneyi, mevsimler mevsimleri kovaladı, yaz, Hürrem, Sülüman, sonbahar, şike, kış derken Arap baharı çıkageldi, başta politikacılarımız olmak üzere ne kostüm giyeceğimizi şaşırttın bize.
      Birçokşeyi değiştirdin 2011, alışveriş kültürümüzü değiştirdin bir kere, Trendyol, Limango, Morhipo, Grupanya, şehir fırsatı, günün fırsatı, dünün fırsatı derken kafamız karıştığı için hiçbirşey alamaz olduk. Sürekli iphone’culuk oynadık, uygulamalarımız olmadan biz bir hiçtik. Iphone’u olmayan zaten hepten hiçti. Hem sonra fakir ama gururlu çeyrek altını bile çok değiştirdin, o artık bizim bildiğimiz çeyrek değil.
      Tıpta önemli gelişmeler olmadı değil senle. Arabeskin değil, asıl Çiğ köftenin beyin hücrelerini ve kafatasını yenilediği Türk hekimleri tarafından kanıtlandı, İbrahim Tatlıses başından vurulmasına rağmen ölmedi örneğin, ama Amy Winehouse öldü.. Favori diyetlerimiz Karatay diyeti ve Dukan diyetiydi seninle..İki diyet de püskeviti kesinlikle yasaklıyordu. Bir süre hep protein yedik, kilo da verdik vermesine ama yıl sonu duruma bakıldığında püskevite ve sana kesinlikle elveda dememiz gerektiği ortada.
           Ayrıca senden nefret etmek için kişisel nedenlerim de var. 20lere veda ettim seninle, genç olmak için çok yaşlı, yaşlı olmak içinse çok gencim artık. Tam anlamıyla kısır döngüler yılıydın. Kendime yabancılaştım, hayattan ne istediğimi sorguladım, aradım,buldum, bulduğumu sandım, oysa bulamadım, tekrar sorguladım, tekrar sorguladım ve hala bulamadım. 30 yaşındayım ve hala ne istediğimi bilmiyorum hayattan ve bunun tek suçlusu sensin 2011. İç huzuru vermedin, büyüttün beni, yaşlandırdın, beni anlıyor musun? Saçimda ilk beyaz tele tanık oldum senin yüzünden, kopardım, etrafımdaki insanlardan büyük tepki aldım, artık koparmıyorum, dibinden nazikçe kesiyor ve o bir telden fazlasına sahip olmaktan endişe duyuyorum.
          Gördüğün gibi Very big catler, Cicişler, Pampişler, Adını Feriha koydum, bırak öyle kalsın falan derken seninle ilişkimizin sonuna geldik.
           Bitti 2011.Elveda.                                             
           Gelelim, yılların en tatlısı 2012 ye!
           2012 senden insanlık namına bir takım beklentilerimiz var. 2011 beklentileri karşılayamadı, senin bizi hayal kırıklığına uğratmayacağını umuyorum. Senden Halk olarak Fatmagül’ün suçunun ne olduğunu öğrenebilmeyi, insan yerine konulup GDOlu gıdaların GDOlu olduğunu ya da en azından GDOlu olmayanların GDOlu olmadığını bildiren etiketlerle karşılaşmayı, Ösymnin dürüstlüğüne, Yargı sisteminin adaletine inanabilmeyi, ülkede inanabileceğimiz bir kurum bulabilmeyi, Milletvekilleri maaşları konusunda birinin bulabilirse vicdanına elini koyabilmesini, Serdar Ortaç’ın yaz başı albüm çıkarmamasını ve zenci olmadığını anlamasını, halk olarak varolduğunusanıcılık durumumuzdan kurtulmayı, bebekte 3-5 tur atarak hayatımızda kötü giden herşeyi unutabilmeyi, emeklilik yaşının 40 a çekilmesini, sevdiğimiz insanlarla daha çok vakit geçirebilmeyi, insanların birer makine değil de insan olduklarını hissedebildiği, insani işyerlerinde çalışabilmelerini istiyorum.
         2012 de siz okurlarımın tüm dileklerinin gerçekleşmesini istiyorum, benimle ilgili iyi dileklerinizin daha hızlı gerçekleşmesini istiyorum, 2012 nin aşksız olanlara aşk, işsiz ya da işinde mutlu olmayanlara yeni ve güzel işler vermesini diliyorum. Sağlıklı, mutlu, huzurlu, iç huzurlu, neşeli olmamızı istiyorum. 2011 sorgulama ve aydınlanma yılıydı numerik olarak, 2012 demir atma yılıymış, herkesin mutlu olacakları işlerde, ilişkilerde demir atmalarını istiyorum 2012den.
Sevgiler ve Mutlu Yıllar
Derya Demir

25 Ocak 2012 Çarşamba

ÇOKTAN SEÇMELİ JENERASYON




           Biz saçma sapan bir eğitim sisteminin ürünleriyiz. Bizler 5. kattaki 15 yaşında bir kızın apartman girişinde bekleyen 18 yaşındaki sevgilisinin kafasına bir saksı atması durumunda, saksının 2. kattan geçerken hızının ne olacağını ve 3 yıl sonra üvey annesi ile kızın yaşlarının toplamının ne olacağını hesaplayabilen, present perfect tense’i bir türlü öğrenememiş, eyalet sistemiyle yönetilmeyen ülkesinin hangi amaçla coğrafi bölgelere ayrıldığını hiç sorgulamamış, A şehrinden B şehrine dibi delik havuzun musluğunu açık bırakarak gidebilen bir jenerasyonuz. Bize şıklar verildiği sürece, doğru cevabı verebileceğimizden emin olun ama yorum istemeyin bizden..kendi düşüncelerimizi istemeyin..Kendimizin olan bir şeyimiz yok çünkü.




        Biz hayatımızdaki en kritik kararları hiç bir şey bilmeden, mesleğini bile aldığı puana göre seçmek zorunda bırakılmış bir nesiliz. Biz kendi kaderini tayin etmekten aciz, hep müttefikleri yenildiği için yenik sayılan, hakkını bile savunamayan, yanında adam öldürseler ‘abi ben körüm, orda bir şey mi oldu’ diyecek kadar korkak, duyarsızlığa programlı bir jenerasyonuz.. Peynir yok, artık biliyoruz ama bizi içine koyduğunuz labirentte bir türlü çıkış yolunu bulamıyoruz, çoğumuz zaten hiç aramıyoruz.
      İçine sokulduğumuz kabın şeklini o kadar iyi aldık ki, bizden herhangi bir konuda ümidiniz olmasın. Tersine evrim deneyleriniz başarılı oldu, insandan maymuna geçiş başarıyla tamamlandı, her tarafımız kıllı ama g*tümüz hep açık, arada kafamızı kaşıyorsak, düşündüğümüzden değil, bitten. Bizler artık görmüyoruz, duymuyoruz, bilmiyoruz…Sesimizi çıkarmıyoruz.... Evimiz sandığımız kafesten içeri fıstık atarsanız, ne söylediğinize, neyi savunduğunuza bakmaksızın alkışlarız..Bir de muzumuzu ihmal etmeyin, yeter..GDO’luymuş, değilmiş, ithalmiş, yerliymiş önemli değil..


OKUDUKLARIMIZI ANLADIK MI BÖLÜMÜ
Soru: Bu yazının başlığındaki Ç harfini aşağıdaki hangi harf ile değiştirmek konu bütünlüğü açısından daha uygun olur?                                                                                                                                                                                                               a) F      b) P    c) Y     d) Ş     e) B

Bilene Muz vericem..Çikita..

ADRENALİN KÖYÜ- FETHİYE


                 Çoğumuzun yılda 1-2 hafta ancak tatili oluyor ve o hafta o kadar kıymetli ki; aylarca hayalini kuruyoruz, nerede, nasıl geçireceğimizi planlıyoruz, alternatifler arasında kafa patlatıyoruz. Sürecin sonunda bir çoğumuz standart, her şey dahil tatil köylerini seçiyoruz ancak kendi adıma saat kaçta uyanacağıma ya da gün içinde neler yapacağıma tatil köyünün yemek ya da etkinlik saatlerinin karar vermesinden çok sıkıldım. Gün boyu plajda, havuz kenarında yüksek seste, sonu gelmeyen piyasa müzikler nedeniyle huzur bulamamaktan yoruldum. Aslında lezzetli olmayan bir ton şey yiyip, kilo alıp (zevk almadan alınan kiloya karşıyım), gittiğim beldenin hiçbir yerini gezmeden, halkını görmeden tembel tembel dönmekten de usandım.

         Siz de tam olarak bunlarıhissediyorsanız ve en son ne zaman birşeyi ‘İlk defa’ deneyimlediniz sorusuna vereceğiniz cevap ‘Çok önceydi.’şeklindeyse eğer, Adrenalin Köyü butik tatil köyü konseptiyle ve sunduğu birbirinden adrenalinli aktiviteleriyle tam size göre bir tatil sunuyor.
        Uyarmalıyım, Adrenalin köyünden 8 yıldızlı otel konforu beklemeyin. Sizi bekleyen minimalist, ihtiyaç odaklı, klimalı, temiz odalar, 5-6 çeşidi aşmayan ama lezzetli yemekler, orta boy bir havuz, bir at, dört köpek, bir kedi, tavuklar, horozlar ve en önemlisi güler yüzlü, sohbetine doyamayacağınız personel ve misafirler.
          Adrenalin köyüne gittiğinizde tek yapmanız gereken Paraşüt sörfü, Rüzgar Sörfü, Yamaç paraşütü, Tüplü dalış, Atlı sporlar, Jip safari, Dağcılık, Rafting, Katamaran gibi aktivitelerden hangilerini ne zaman yapmak istediğinizi bildirmeniz, buna göre gerekli organizasyon sizi hiç uğraştırmadan yapılıyor. Üstelik fiyatlar şaşırtıcı derecede makul.
 Benden söylemesi…